Ana içeriğe atla

Umutsuz Boşluk üzerine düşünme pratiği / Yaren Akbal


Boşluk kavramı üzerine düşünürken, Henri-Louis Bergson’un Metafizik Dersleri adlı, Uzay-Zaman-Madde alt başlıklı kitabına baktığımızda; Bergson’un insan aklının doğuştan sınırsız, boş, homojen bir yapıda olduğunu belirttiğini ve bunu da uzay kavramıyla nitelediğini görürüz. Bergson bir tezinde de; bir nevi sonsuz boşluk olan uzayın, zihnin duyumlarıyla, form (biçim) olarak var olduğunu açıklar. Düşünceden doğan bu form da, sanat pratiğinde, yapıt olarak adlandırılabilir. Bu bağlamla, sanat yapıtının, sanatçı ve mekân ilişkisi üzerinden geliştiği söylenebilir. Buradaki boşluğu, zihni; niteliği belli olmayan, deneyimlenerek keşfedilen bir mekân olarak varsayabiliriz. Bu mekân varsayımıyla birlikte; boşluğu, gözlemlenen ve deneyimlenen üretimin sonucunda oluşan sanat yapıtının mekânı olarak düşünebiliriz.  

Bu referansla; Sanatorium’da 09 Şubat - 10 Mart 2018 tarihleri arasında gerçekleşen Umutsuz Boşluk isimli sergiyi; sanatçı, üretim, mekân bağlamında inceleyebiliriz. Küratörlüğünü sanatçı Mehmet Dere’nin üstlendiği sergide, Mehmet Dere, Yunus Emre Erdoğan, İsmail Şimşek, Nezaket Ekici’nin çalışmaları; acının karşısındaki mutluluğa ulaşma isteğini ve bu iki kavramın arasında kalan, arafta olan umutsuzluk içindeki umudu işaret eder.

Sergi mekânının beyaz boşluğunda yer alan üretimler, konumlandıkları yerler arasındaki uzaklık ile boşluğa dair bir bağlam oluşturur. Dolayısıyla mekânın beyaz küp ideolojisiyle, Bergson’un ‘sonsuz boşluk’ kavramı sergi teması içerisinde var olan umutsuzluk duygusu ile birbirlerini tamamlar. Umutsuz Boşluk isimli sergideki tüm üretimlerin bir derdi olduğu ve her üretimin kişisel sorunları da içinde barındırdığı gözlemlenir. Çözülmemiş, çözülmeyi bekleyen, kurtulmak istenilen, belki de bir kaçışa yol açan dertler… Bireysel sorunları, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düzeyde incelediğimizde; üretimler her ne kadar bireysel dertler olarak ele alınsa da, kendi içlerinde evrenselliğini, toplumsallığını ve duygudaşlığını korur.

Sergide yer alan yapıtları, Bergson’un; düşüncenin boşlukta (uzay) deneyimlenerek forma dönüşmüş olan söylemiyle, sanatçı-üretim ilişkisi üzerinden incelediğimizde; Yunus Emre Erdoğan’ın Otomatik Soyut adlı serisinden, üç desen ve atıl arazideki Orta-Asya göçebe evlerine benzeyen yurt görünümlü barınma mekânının fotoğrafının dikkat çektiğini söyleyebiliriz.

O atıl arazideki yurt, 2015 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi ile Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi arasındaki bir yerde üretilen kolektif bir çalışmadır. O zamanda aynı işleve ortaklık eden bu mekân, şimdiyse yine toplumsal güçlerden bireyin saklanabileceği ve korunabileceği bir yer olarak karşımıza çıkar. Bu duygunun sonunda yaşanılan tekinsizlik ve yalnızlaşma hâlinin ortaya çıkması, birey için belki de bir öz deneyim kazanma anıdır. Mekân-birey arasındaki duygu durumunu konu alan bu iki çalışmada, deneyimlenen duyguların, form olarak yerini aldığı gözlemlenir. Yine aynı algı ile Nezaket Ekici’nin Kör isimli performansı bir bağlam oluşturur.

Sanatçının performansında, sadece kolları açıkta kalacak şekilde alçıyla kaplanmış vücudunu, ellerindeki çekiç ve keskiyi kullanarak kurtarabilme çabası izlenir. Bedenin bu belirsizlik hâlinden kurtulma çabası, kişinin kendini korumak, belki de boşluğa sürüklenme durumundan artık pes edişi ve kendi ördüğü bu kabuğu kırıyor olması olarak düşünülebilir. Tıpkı aslında ipek böceği tırtıllarının gelişimini tamamladığı zaman tekrardan, fakat bu sefer benimsediği beden olan kelebeğe dönüşmek, kelebek olarak doğmak için kabuğunu örmesi gibi… Yine burada da mekân ve birey arasındaki ilişki, aslında hiç de umutsuz olarak görülmeyen bir duruma işaret eder. O yersizlik, ait olamama, benimseyememe duygusunun farkına varmayı, belki de belirli toplumsal normlardan artık özgür kalmayı hissettirir. Mekânla kendini var etmek, mekân içerisinde kendinin var olduğunu da hatırlamak gibi…

İsmail Şimşek’in galeri duvarına bir müdahalede bulunan, duvarı örme eylemi olan Saklı isimli çalışması, mekân-beden ilişkisi üzerinden, boşlukta olma hâlinden kurtulmaya çalışmak için, bir şeye ulaşma azmini konu alır. Belki bu süregelen örme eylemi bireyde, bu boşluğun yarattığı etkinin dışavurumudur. Belki de bir nevi performatif eylem olan çalışmasında sanatçı, umutsuzluk içindeki umuda ulaşma azmini yaşar. 

Mehmet Dere’nin Mim isimli enstalasyonundaysa, külah şeklindeki kağıdın içinde demir leblebiler göze çarpar. Çalışma, sanat yapıtı ve mekân ilişkisi yönünden değerlendirildiğinde; yerleştirmenin bir cam kare içinde sergileniyor olması, mekânın üretimi belirli formlara sokması veya sığdırması olarak okunabilir. Bu çalışma, farklı bir dert olan; kurumsal yapının sanatçı karşısındaki tutumuna eleştirel bir algı ile karşımıza çıkar. Yine bu çalışma da mekân-birey arasındaki sıkışmışlığı konu alır ve belki de arafta kalmış bir umutsuzluğa meydan okur.

Bergson’un da söylediği gibi; fikrin belirli yaratıcılık süreçlerinden geçerek yeni bir form olarak kendini galeri mekânının zihninde, boşluğunda var ediyor olması bir yaratımın sonucudur. Fakat bu yaratım süreci sonunda oluşan sanat yapıtının da bir derdi taşıdığını, Picasso şöyle ifade eder; “Her yaratma edimi, ilk önce yıkma edimidir.” Umutsuz Boşluk, ironi ile yaklaşarak, her üretimin kendi içinde umudu var ettiğini söyler. Belki bir âna dönüş yaşatır, bir norma karşı gelme hissi verir, belki de bireyin mekân içerisindeki tarifsiz boşluğuyla arafta olma hâlinden, kurtulma eylemine odaklanır… 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto

The Language Habitat: an Ecopoetry Manifesto By James Engelhardt Ecopoetry is connection. It’s a way to engage the world by and through language. This poetry might be wary of language, but at its core believes that language is an evolved ability that comes from our bodies, that is close to the core of who we are in the world. Ecopoetry might borrow strategies and approaches from postmodernism and its off-shoots, depending on the poet and their interests, but the ecopoetic space is not a postmodern space. An ecopoem might play with slippages, but the play will lead to further connections. Ecopoetry does share a space with science. One of the concerns of ecopoetry is non-human nature (it shares this concern with the critical apparatus it borrows from, ecocriticism). It certainly shares that concern with most of the world’s history of poetry: How can we connect with non-human nature that seems so much more, so much larger than ourselves? How can we understand it? One way

Art in İsolation Online Exhibition / Santa Clarita

Art in İsolation Exhibition Virtual  Link

Satın Alınamayan Ortak Kader “Yeni Normal”

Yeni normal.Şu günlerde oldukça duyduğumuz bu kavram  tuhaf ve ıssız olan bir uzamda huzursuzluğun kaygıya doğru  birleşme yarattığı noktada var olmakta.İçimizde bulunduğumuz gerçeklik şimdilerde böyle tarif ediliyor.Acaba gerçekten böyle mi? Yeni ve normal mi?Yeni olan gerçeklik acaba normalleştirici mi?  Bugünlerde çoğu insan nasıl normalleşeceğimiz konusunda tartışıyor, kakafonik tarzda bu tartışmalar hiçbir  şeyin eskisi gibi olmayacağını ifade eden gürültülü haber bültenlerine yakın benzerlikte yorumlarla beraber buharlaşıyor.Aslında anlamların, kavramların,temsillerin ağına yakalanan  vahşi anlamsız  bedenler olduğumuz gerçeği (Erasmusvari tabiriyle bir  “homo bulla”)ile karşı karşıyayız.Bunun yanı sıra insan hayatında korku ve izalosyonun tam ortasındayken derin ve olumlu bir değişim olabileceği inancıyla uyanıyoruz.Kapitalizmin rasyonalitesi ve şiddetli sonuçları olan ırkçılık, cinsiyetçilik ve eşitsizlikle karşı karşıya kalan insanlar olarak kendi “elleriyle” işledikler